Modern Perde

“Ben işe gidiyorum, anne. Birkaç saate dönmüş olurum.” dedi Ingrid ve kapıyı biraz sertçe çarparak çıktı evden. Ingrid, haftaiçi her sabah, saat sekizden onikiye kadar bir bakım evinde çalışıyordu. Rahat yaşam, tıptaki gelişmeler ve uzun zamandır savaş görmemiş olma neticesinde, Batı Avrupalılar artık daha uzun yaşıyorlardı. Emekliliklerinden bir süre sonra, yaşları iyice ilerleyince, bazı işleri kendi başlarına yapmakta zorlanan yaşlıların sayısı, diğer Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Hollanda’da da son senelerde çok artmıştı. Bu yaşlılar, kendilerine bakacak kimseleri olmadığından, bakım evlerine yerleşiyorlardı. Emeklilik ücretlerinin büyük kısmını bakımevine ödemek ve sigortalarından da bir miktar ödeme karşılığında hizmet alıyorlardı.

Ingrid de, işte bu bakımevlerinden birinde çalışıyordu. Yemek yedirmekten, yıkamaya, elbiselerini giydirmekten tuvalete götürme, ya da yatalak olanların altını temizlemeye kadar her konuda onlara yardımcı oluyordu.

İşini pek sevmese de, çalıştığı bakımevinde kalan yaşlılardan Bayan Vermeer’i çok seviyordu. Sadece tuvalete gitmek ve bazen pencere kenarında kısa bir süreliğine de olsa oturmak için kalkmak dışında, yatağından hiç kalkamıyordu Bayan Vermeer. 15 yaşından itibaren çeşitli tiyatrolarda oyunculuk yapmış olan Bayan Vermeer, 79 yaşına kadar sahnelerden hiç uzaklaşmamıştı. O sene, bir düşme sonucu kalça kemiğini kırdıktan sonra, uzun süre yatalak kalmış ve bir süre sonra yaşlılığın da etkilerini his etmeye başlayınca, bir daha sahnelere dönememişti.

Bayan Vermeer, Ingrid’e, sık sık, en çok seyircilerine son bir veda oyunu sahnelemeden ayrılmak zorunda kalmış olmasına üzüldüğünü söylerdi. “O şehirden bu şehire, bir ülkeden ötekine tiyatro ve festivaller için gezmeye alışmış olan benim için bir odaya, hatta bir yatağa mahkum olmuş olmaktan bile daha fazla üzüyor bu beni” diyordu Ingrid’e. Bir de hala ölmemiş olmasına çok şaşırıyordu, Bayan Vermeer. Sanatçı arkadaşlarının hiçbiri artık yaşamıyordu. Hatta çok azı 75 yaşını görebilmişti. “Galiba içki ve gece hayatından fazla uzak kaldım ha Ingrid, ne dersin?” diye gülerek sorardı Ingrid’e, ne zaman tiyatrodaki anıları ve sanatçı arkadaşlarından bahsetseler. Sonra da “aslında ben ve benim gibiler biran önce ölürsek en çok hükümetimiz sevinirdi buna, benden bile daha çok” diye eklerdi. Ülkede ne zaman tasarruf politikalarından bahsedilse, politikacılar tarafından ilk önce yaşlılara harcanan sağlık ve bakım giderlerinin yüksekliğinden dem vurulurdu.

Ingrid, Bayan Vermeer ile sohbet etmeyi çok seviyordu. En çok ziyaret ettiği yabancı ülkelerle ilgili sorular soruyordu. Başka ülkelerde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu çok merak ediyordu. Bir de Bayan Vermeer’in gençken yaşadığı aşklardan ve maceralardan bahsetmesini çok seviyordu. Bayan Vermeer’inki ile karşılaştırdığında, kendi hayatı ona çok sıkıcı geliyordu.

Bayan Vermeer ile gereğinden uzun vakit geçirdiği için arada sırada idareden azar işittiği de oluyordu Ingrid’in. Çalışan her bakıcıya belli sayıda yaşlı düşüyordu ve yaşlıların günlük bütün ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için her işlemin belli bir süre içerisinde bitirilmesi gerekiyordu. Örneğin bir bakıcı bir yaşlıyı 10 dakika içerisinde yıkayabilmeli ve 3 dakika içerisinde de giydirebilmeliydi. Aksi takdirde, kendisinin sorumluluğuna verilen diğer yaşlıların hizmetlerinde aksamalar olabiliyordu. Ingrid Bayan Vermeer’le daha uzun vakit geçirebilmek için, acil bir durum yoksa, en son Bayan Vermeer’a yardımcı oluyordu. Diğer yaşlılara ise belirlenen vakitlerden daha hızlı bir şekilde yardımcı olarak, ordan arttırdığı vakitle Bayan Vermeer’le daha uzun süre ilgilenebiliyor, sohbet edebiliyordu. Bazen haftasonu işe gitmesi gerekmediği halde, Bayan Vermeer’i görebilmek için ziyaret saatinde bakım evine gittiği oluyordu. 2 oğlu olmasına rağmen pek ziyaretçisi olmayan Bayan Vermeer içinse, Ingrid’in bu ziyaretleri çok mutluluk verici oluyordu. Böylece, bir saat süren ziyaret saati boyunca, uzun uzun sohbet edebiliyorlardı.

O gün, Ingrid kendi sorumluluğunda olan diğer bakımevi sakinlerine, ya da bakımevi çalışanlarının arasında ve resmi yazışmalarda belirtildiği adıyla, müşterilerine (client) yardımcı olduktan sonra, genelde yaptığı gibi, en son müşteri olarak Bayan Vermeer’in odasına geçti. Bayan Vermeer’e günlük ihtiyaçlarında yardımcı olduktan sonra, bir fincan kahve alarak yanına oturdu. Bayan Ingrid kahvenin kokusunu alınca, ne kadar özlediğini hatırladı. Doktorunun yasağı üzerine uzun zamandır kahve içemiyordu. Onun yerine meyve suları ve bazı çay çeşitlerini içebiliyordu. Özellikle taze çekilmiş kahvenin kokusunu ne kadar özlediğini fark etti.

Ingrid “siz hiç Amerika’ya gittiniz mi” diye sorarak Bayan Vermeer’i kahve ile ilgili daldığı düşüncelerden kopardı. Ingrid uzun zamandır Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmeyi hayal ediyordu. Özellikle Büyük Kanyon’u çok merak ediyordu. Filmlerde gördüğü şehirler ilgisini çekse de, hep “ilk seyahatim Büyük Kanyon’un olduğu eyalete olacak” derdi, kendi kendine. Bayan Vermeer, özellikle kendi zamanındaki her tiyatro oyuncusunun hayali olduğu gibi, kendisinin de hayali olan Broadway’de bir tiyatroda oynama hayalini hatırladı. Ama 2004’e kadar hiçbir Hollandalı tiyatro oyuncusu Broadway’de oynama hayalini gerçekleştiremediği gibi, Bayan Vermeer de Broadway’de oynama hayalini gerçekleştirememişti.

Bayan Vermeer bir iç çekerek;
“Evet,” dedi, “Birleşik Devletler’e gittim, hatta 3-4 ay kadar kaldım orada.”
“3-4 ay mı? Ne güzel, nerelere gittiniz? Büyük Kanyon’a gittiniz mi?” diye merakla sordu Ingrid.
“Hayır tatlım, Büyük Kanyon’a gitmedim.” dedi Bayan Vermeer, biraz gülümseyerek. “Oraya gezmeye gitmemiştim. Bizim zamanımızda, bütün tiyatro sanatçılarının hayali Broadway’de oynamaktı. Ben de şansımı denemek için New York’a gitmiştim.”
“Broadway mi? Ünlü bir tiyatro mu Broadway?” diye merakla sordu Ingrid.
“Broadway New York’un Manhattan bölgesinde büyük bir cadde tatlım. Bu cadde, çok büyük bütçeli müzikallerin ve oyunların sahnelendiği büyük tiyatroların bulunduğu bir caddedir. Biliyor musun aslında ismi Hollandalılar tarafından verilmiştir. New York daha New Amsterdam’ken, o cadde de aslında bir yolmuş ve ismi de Breede Weg’miş (Geniş Yol). Daha sonra o bölge İngilizler’e bırakılınca, New Amsterdam New York olduğu gibi, Breede Weg de İngilizce’ye çevrilerek Broadway olmuş.” dedi biraz gülümseyerek ve sonra devam etti; “Özellikle benim zamanımda Broadway’de oynamak, kariyerimizde ulaşabileceğimiz en yüksek zirve demekti. Broadway’de oynayabilmiş ya da bir oyun sahneyebilmiş bir sanatçının oyunculuğu ve sanatla ilgili görüşleri artık neredeyse tartışılmaz olurdu.”
“Peki sen? Sen o süre zarfında bir oyunda oynayabildin mi?” diye sormaya devam etti Ingrid?
“Hayır, ne yazık ki oynayamadım sevgili Ingrid. Broadway’de oynayabilmek için sadece iyi bir oyuncu olmanın değil, kimleri tanıdığının da önemli olduğu bilgisini edinerek geri döndüm. Yaklaşık 4 ay orada kapısını çalmadık tiyatro yazarı ve yönetmen bırakmadım, ama nafile. Seni ararım diyen hiçbir yapımcı veya yönetmen beni aramadı. Param bitmişti. Birkaç hafta, bir barda, uçak bileti ücretine yetecek kadar para biriktirmek için çalıştım ve sonra Hollanda’ya geri döndüm.”
“Üzüldüm” dedi Ingrid.
“Üzülecek birşey yok güzel kızım. Barda çalıştığım süre zarfında, birkaç oyunda rol aldıktan sonra, birkaç figüranlık rolü dışında, hiçbir oyunda ciddi rol alamadığı için kendini içkiye vermiş olan bir çok oyuncu ile tanıştım orada. Belki benim sonum da öyle olacaktı. Ama Hollanda’ya döndükten sonra, 40 seneden fazla tiyatro oyunculuğuna devam edebildim. Onun için Broadway’de oynayamamış olmaya üzülsem de, dönmüş olduğuma çok seviniyorum.”
“Anlıyorum.” dedi kafasını olumluyor gibi sallayarak Ingrid. “Bakın aklıma ne geldi. Yılbaşı için küçük bir oyun sahneleyelim diyorum. Bakımevi sakinleri için ve onların da rol alabileceği bir oyun. Başrolde de siz oynarsınız. Her zaman hayalini kurduğunuz tiyatroya veda oyununuz olur bu. Ne dersiniz?” diye heyecanla sordu Ingrid.
“Biliyor musun Ingrid, sen çok iyi bir insansın. Keşke gerçekten kızım olsaydın.” dedi Bayan Vermeer. “Ama dur, bu defa da senin annen senin gibi iyi bir evlattan yoksun kalmış olurdu. Bu arada hani bir gün anneni buraya getirecektin de tanışacaktık?” diye sordu Bayan Vermeer. “Seni bu kadar iyi bir insan olarak yetiştiren o değerli insanla ölüp gitmeden tanışmayı ve teşşekkür etmeyi çok isterdim, biliyorsun Ingrid. Hayatımın bu son zamanlarını, hâlâ yaşıyor olmayı, biraz olsun katlanılabilir kıldın benim için. Çok teşekkür ederim sevgili kızım.”
Ingrid o anda saatine baktı ve “saat 12:30 olmuş, çok geciktim Bayan Vermeer, yani Esther.” dedi. Bayan Vermeer sürekli Ingrid’in kendisine ön ismiyle hitap etmesi gerektiğini hatırlatıyordu. Ancak Ingrid saygısından mı, işi gereği alışkanlıktan mı, nedeni bilinmez, sürekli önce Bayan Vermeer diyor, sonra Esther diye ekliyordu. “Soruma cevap vermediğinizin farkında olmadığımı sanmayın, ama şimdi acilen gitmem gerekiyor. Annem yalnız, yani beni bekliyor. Bir dahaki sefere teklifimle ilgili konuşuruz.” diyerek Bayan Vermeer’in yanağına aceleyle bir öpücük kondurdu.
“Bir dahaki sefer olursa!” dedi içinden Bayan Vermeer, “Kendine ve annene iyi bak kızım, güle güle” dedi sonra, bağırarak Ingrid’in ardından.
Ingrid çıktıktan sonra Bayan Vermeer yastığının altından bir mendil çıkardı ve pijamasının cebine koydu. Yatağında doğruldu, bacaklarını yataktan sarkıttı ve yatağın tutamağına dayanarak ayağa kalktı. Diğer eliyle pencerenin önünde duran sandalyenin arkasını tuttu ve ona dayanmaya başladı. Yatağının başucundaki masanın üzerinde duran dolu su bardağını diğer eliyle aldı. Sonra ayağını yerde sürecek derecede küçük adımlarla sandalyenin önüne geldi. Elindeki bardağı pencerenin kenarlığına bıraktı ve sandelyeye kendini atarcasına bıraktı. Yardımsız yatağından kalkıp sandalyeye gelmiş olması onu çok yormuştu. Nefes Nefeseydi.

Biraz dinlendikten sonra, dışarıyı izlemeye koyuldu Bayan Vermeer. Bahar yeni gelmişti. Bahçedeki birkaç çiçek ve uçuşan serçeler gözüne ilişti. Biraz gülümsedi. Cebindeki mendili dikkatlice çıkardı ve dizlerinin üzerine koyduktan sonra katlarını açmaya başladı. Mendilin içinde değişik renklerde haplar mevcuttu. Tek tek saymaya başladı. Kırmızılardan 11, mavilerden 13, beyazlardan 15 ve pembelerden 8 tane saydı. “Evet, sanırım bu kadarı beni Nirvana’ya ulaştırmaya yeter.” dedi kendi kendine, gülerek. Bayan Vermeer, baş ve kas ağrıları, mide, kalp ve benzeri rahatsızlıklarından ötürü her gün birkaç çeşit ilaç kullanmak zorundaydı. Bakıcılar içmesi gereken ilaçları kendisine verdiklerinde, arada sırada yutuyormuş gibi yaparak, bazılarını dilinin altına saklıyordu. Bakıcı çıktıktan sonra ya da dikkat etmediği bir anda, ağzındaki hapı yastığının altına saklıyordu. İyi bir oyuncu olduğundan hapları yutuyor gibi yapmayı iyi yutturabilmişti bakıcılara. Özellikle Ingrid hiçbir şeyden şüphelenmiyordu. Zaten insan en kolay kendini sevenleri aldatmaz ve en kolay onlara aldanmaz mı?

İntihar etmeye, onun değimiyle “gerçekten ölmeye” 2 sene önce karar vermişti, Bayan Vermeer. Yaşadığı bakımevini insanların diri diri gömüldüğü bir mezarlığa benzetiyordu. Bakımevinde kalan yaşlılar, yakınları yılda bir iki kez kendilerine ziyarete geliyorlarsa kendilerini şanslı addediyorlardı. Bayan Vermeer’a göre ise bu yakınlar, bir mezarlık ziyaret ediyorlarmış gibi davranıyorlardı. Kendisini en çok rahatsız eden şey, seni unutmadık babından bir buket çiçeği, bir mezara bırakır gibi, masaya bırakıp gitmeleriydi. Yaşadığını anımsatan tek şey bazen gelen küçük çocukların gözlerindeki masumiyetti sadece.

Hapları üçer beşer ağzına atıp bir yudum su alıp yutuyordu. Beşinci yudumdan sonra bardaktaki su tükenmişti. Zorlansa da 10 tane kadar hapı da teker teker susuz yuttu. Yavaş yavaş elleri ağırlaşmaya, göz kapakları kapanmaya başlayınca, son olarak eline kalan bütün hapları aldı. Hepsini birden ağzına koydu ve teker teker yutmaya çabalarken gözleri tamamen kapandı. Vücûdu titriyor, ağzından köpükler çıkmaya başlamıştı. Nefes alamıyormuş gibi sesler çıkardıktan sonra, elleri iki yanına düştü ve titremeler kesildi. Bayan Vermeer “gerçekten ölmeyi” başarabilmişti. Cesedi ancak akşama doğru kendisine akşam yemeğinden önce alması gereken ilaçlarını getirecek olan hastabakıcı tarafından bulunabilecekti. Bakımevinde, belirlenen işlemlerin saati gelmeden veya müşterinin kendisi bakıcıları odaya acil olarak çağırmaya yarayan acil durum çağrı düğmesine basmadan, müşterilerin odasına pek girilmezdi. Bayan Vermeer bu prosedürü artık iyi bildiğinden ve gece karanlığında ölmek düşüncesi kendisine hiç çekici gelmediğinden, Ingrid çıkar çıkmaz işe koyulmuştu. Böylece midesi temizlenerek de kurtarılamayacaktı ona göre. Ancak aldığı haplar çok çeşitli olduğundan, birbirleriyle tepkimeleri etkili bir zehir görevi görmüş, kendisinin kısa sürede ölmesine neden olmuştu.

Ingrid bir saat sonra evine vardı. “Ben geldim” diyerek annesine seslendi. Annesinin odasından homurdamalar duydu. Kendi kendine, “susamış ve acıkmıştır bunak, o yüzden homurdanıyor!” dedi. Annesinin odasına yürüdü. Odadan rahatsız edici bir koku geliyordu. “Yine altına yaptın değil mi? Tabi, nasılsa özel hizmetçin var senin! Altını da siler, elbiselerini de değiştirir! Bu dünyaya sana hizmet etsin diye getirdiğin özel hizmetçin!” diyerek annesine doğru yürüdü. Annesi yine birşeyler homurdandı, utancından kızına bakamıyordu. “Biraz tutamadın mı şu pisliğini içinde” diye bağırırken annesinin üzerindeki yorganı çekti.

Ingrid’in annesi, son iki senedir yatağa mahkum yaşıyordu. Bu durumundan önce de, yaşlılığından ötürü, birçok işinde kızından yardım almak zorunda kalıyordu. Ancak bir “inme” sonucu vücudunun sol tarafı tamamen tutmamaya, sağ tarafını ise zorlukla hareket ettirmeye başlamıştı. Ayrıca artık konuşamıyor ve görmesinde de arada sırada bozukluklar oluşuyordu. Enfarkt geçirdikten sonra, doktorlar Ingrid’e, annesini bir bakımevine yerleştirmesini tavsiye etmişlerdi. Ancak Ingrid bu tavsiyeye uymamıştı. Aslında annesi, kızıyla olan sorunlarından ötürü, enfarkt geçirmeden yıllar önce bir bakımevine yerleşmek istemişti. Ingrid o zaman da buna engel olmuştu. Bakımevinin giderlerini karşılayabilmek için devlet yardımı almaları gerekiyordu. Ancak annesinin buna hak kazanabilmesi için, sahip olduğu hiçbir gayrı mülkünün olmaması gerekiyor, varsa önce gayrı mülkün satılıp ordan kazanılan paranın bakım giderlerine ayırılması gerekiyordu. Yaşadıkları ev annesinindi ve devlet yardımı alabilmeleri için evin satılması gerekiyordu. Ancak Ingrid de orada kaldığından, evin satılması halinde Ingrid’in kiralık bir ev bulması gerekiyordu. Ancak ayrı bir evin kira ve benzeri masraflarını karşılamak da istemiyordu. Üstelik annesinin ölmesi halinde ev de tamamen ona kalacaktı. Ayrıca devletin, bakıma muhtaç bir yakınına bakan bir kişiye, yüzlerce avro yardımda bulunduğunu da öğrendikten sonra Ingrid, annesinin bakımevine yerleşmesine tamamen karşı çıkmıştı. Bir süre sonra annesi tamamen bakıma muhtaç hale gelince de, Ingrid’e rağmen evini satıp bakımevine yerleşmesi imkansız hale gelmişti. Ingrid ise annesinin öleceği ve kendisinin evi miras alacağı günü iple çekiyordu.

Ingrid, söylenerek ve içinden beddualarda bulunarak, annesini temizledikten sonra, ona bir bardak su verdi. Kadıncağız yalvarırcasına kızının yüzüne bakıyordu. Ama kızının yüzünde ve gözlerinde hiçbir sevgi işareti görememişti. Gözlerinden birkaç damla yaş aktı. Bu arada Ingrid mutfağa geçti ve sabah pişirdiği çorbayı ısıtmak için ocağa koydu. Hala çok sinirliydi. Tabak ve kaşığı gürültülü bir şekilde, adeta atarcasına, mutfaktaki masaya koyuyordu. Adeta tabak kırılsın istiyordu. Annesinin enfarkttan sonra ağzına aldığı lokmaları çiğnemesi ve yutkunması imkansız hale gelmişti. Bundan ötürü, sadece çorba ile beslenebiliyordu.

Ingrid bir tabak çorbayla annesinin odasına girdi. Çok sinirliydi, elleri titriyordu. Annesinin yanına oturdu. Annesine sert bir şekilde ağzını açmasını söyledi. Annesi bir taraftan çocuk gibi ağlıyor, öbür taraftan, hızla ve art arda ağzına tıkanırcasına, ağzına doldurulan çorbayı, yutmaya çalışıyordu. Ancak yutkunmasında problem olduğundan, Ingrid’in bu hızına yetişmesi mümkün değildi. Sonunda öksürmeye ve ağzındakileri dışarı saçmaya başladı. Öksürüğün etkisiyle bir de kusunca, zaten sinirli olan Ingrid, iyice öfkelendi. Hızla ayağa kalktı ve elindeki tabağı fırlattı. Bağırarak konuşmaya başlamıştı:
“Yeter artık! Yeter! Yeter! Yeter! Artık dayanamıyorum. Anlıyor musun? Dayanamıyorum! Yıllardır bu mezarlık gibi evde seninle ben de çürüyorum. Rehber olmak istedim, tıp okumam için ısrar ettiniz. Doktor yerine hastabakıcı ancak olabildim. Onun bunun bunaklarının altlarını siliyorum.” Sinirden artık iyice titremeye başlamış, gözleri yerlerinden fırlayacak gibi olmuştu. Devam etti Ingrid: “Neredeyse 40 yaşındayım, ne evlenebildim, ne bir çocuğum var. Gece gündüz yaşlıların bokunu silen biriyle kim evlenir ki zaten! Yıllar önce birini sevdim, evlenecektik, onun da üstüne böyle kusurak kaçırttın. Mahvettin hayatımı! Yeter artık, yeter!”

Ingrid, 7 yıl önce kısa bir süre ilişki yaşadığı Henk’ten bahsediyordu. Henk’le bir gece klübünde tanışmışlardı. Henk ona kendini bir temizlik şirketinin sahibi olarak tanıtmıştı. Aslında, değişik alışveriş merkezi ve çarşılarda, dükkanların camlarını silme işlerini yapan bir firmada çalışan bir işçiydi. Camlarını sildiği bazı dükkanlarla, firmadan gizli olarak, ucuza silmek karşılığında, kayıt dışı yövmiye almak üzere anlaşmış, bu şekilde kazandığı paraları da eğlenmek için harcıyordu. Kadınları etkilemek için güzel bir araba almıştı Henk. Giyim ve dış görünüşüne de çok önem veriyordu. Bu yüzden Ingrid Henk’ten hiç şüphelenmemiş, yakışıklılığını ve parasını düşündüğünde de, turnayı gözünden vurduğunu sanmıştı.

Bir gün Henk’i akşam yemeği bahanesiyle annesiyle tanıştırmak için evlerine davet etti. Henk de, Ingrid’in annesiyle tanışmayı çok istediğini söyleyip duruyordu. Henk anlaşılan zamandan bir saate yakın erken geldi. Ingrid mutfakta yemeği hazırlamakla, annesi ise akşam yemeğinde giyeceği elbisesini giymekle meşguldü. Henk içeri girer girmez lavaboyu kullanmak için Ingrid’ten izin istedi. Ingrid, “koridorun sonundaki kapı” diyerek parmağıyla Henk’in yürümesi gereken yönü göstermiş ve mutfağa geçmişti. Lavaboya gidilirken Ingrid’in annesinin odasının önünden geçilmesi gerekiyordu. Odanın kapısı açıktı ve Henk durup, üzerini değiştirmekte olan yaşlı kadını gizlice seyretmeye başladı. Yaşlı kadının yarı çıplak vucüdunu görmek onu heyecanlandırmıştı. Kendinden geçmeye, sağlıklı düşünememeye başlamıştı. Bir adım içeri attı ve elleri yavaş yavaş kapıya doğru kaymaya başladı. İçeri girip kapıyı kapatacaktı. O sırada yaşlı kadın ani bir hareketle odanın kapısına doğru baktı ve kapıda kendisini izlemekte olan Henk’i fark etti. Henk bu ani hareketle kendine geldi ve hızla lavaboya doğru yürüdü. Neye uğradığını şaşıran yaşlı kadın hemen kapıyı çarparak kapattı ve arkadan kilitledi.

Akşam yemeği esnasında Henk, utanmaz tavır ve bakışlarla, yaşlı kadının gözlerinin içine bakıp konuşuyordu. Kadının kendisini Ingrid’e şikayet etmemesinden cesaret almıştı. Yaşlı kadının da, izlenmekten zevk aldığını düsünüyordu. Aksi halde hemen o anda evi bağırışmaların kaplaması ve kendisinin evden kovulması gerekmez miydi? “Demek ki o da bu durumdan zevk alıyor…” diye kendi kendisine tekrarladıkça, daha da uygunsuz tavırlara giriyordu. Yaşlı kadın Henk’in bakışlarından çok rahatsız olmuştu. Ancak kızından çekindiği için birşey de söyleyemiyordu. Henk Ingrid’e, “yemek çok güzel olmuş, çok beğendim gerçekten” diye iltifatta bulunurken bile annesine bakıyordu. Ingrid, “tarifi annemden aldım” diye karşılık verdi gülümseyerek. O sırada yaşlı kadının gözlerinin içine bakan Henk “daha başka güzel şeyler de annenden almışsın” dedi. Yaşlı kadının artık Henk’in bakış ve sözlerinden ötürü midesi bulanmıştı. Henk’in yaşlılarla sevişmeye ilgi duyan bir cinsi sapık olduğundan emin olmuştu. Bu düşünce ve Henk’in son sözü üzerine yaşlı kadının midesi kalkmış ve Henk’in üzerine doğru masaya kusmuştu. Henk, hızla yerinden fırlamış, lavaboya gidip üstünü silmişti. Yaşlı kadını yanlış değerlendirdiğinin farkına vardığından, Ingrid’e bir bahane uydurarak hızla evden gitmişti. O günden sonra bir daha ne Ingrid’i aramış ve ne de Ingrid’in telefonlarına çıkmıştı. Annesi, Henk’le ilgili durumu, Ingrid’in Henk’ten ayrılması ile ilgili kendisini suçladığı bir tartışma esnasında anlatmış, ama kızını inandıramamıştı. Bunun yerine bir de iftiracı olmuştu.

Şimdi, İngrid tekrar annesini aynı konu ile ilgili suçluyordu. Kadın çok üzülüyordu, gözlerinden yaşlar akıyor, zar zor nefes alıyordu. Garip sesler çıkarıyordu ama aslında kızına onu ne kadar sevdiğini anlatmaya çalışıyordu. Artık iyice öfkelenmiş olan Ingrid, annesinin üzerine atladı ve iki omuzundan kavrayarak,
“Geber, geber artık yaşlı bunak! Bıktım senden, geber de kurtulayım!” diye bağırarak yaşlı kadını öne, arkaya sallamaya başladı.
Yaşlı kadın artık iyice nefes alamamaya başlamıştı. Gözleri sonuna kadar açıldı, yukarıya bakarken “tanrım al canımı” diye dua etti içinden. Öylece tavana bakan yaşlı kadının başı yanına düştü. Durumun farkına varmayan Ingrid, hâlâ annesini öne arkaya sallamakla meşguldü. Sonra aniden durdu ve annesinin hareketsiz kaldığını ve artık nefes almadığını fark etti. Nabzını kontrol etti. Yaşlı kadın ölmüştü. Ingrid’in eve geldikten sonra söyledikleri ve yaptıkları onu o kadar üzmüştü ki, kalbi bu acıya daha fazla dayanamamıştı.

Ingrid annesinin üzerinden hızla kalktı. Odada öylece dikilmişti. “Annemi ben mi öldürdüm?” diye kendi kendine sorup duruyordu. “Hayır, hayır ben birşey yapmadım. Böyle olsun istemedim” diye sayıklıyordu. O sırada telefonunun çaldığını duydu. Hızla oturma odasına gidip, çantasından telefonunu çıkardı, ekranda bakımevinin numarası görünüyordu. Telefonu açtı. Karşıdaki kadın sesi;
“Ingrid, benim Ivon. Sana üzücü bir haberim var. Yerleri silmek için odaya giren Anna, Bayan Vermeer’i pencere kenarında öylece otururken bulmuş. Yanına gittiğinde ise ağzında köpükler, başı yanına eğilmiş ve gözleri sonuna kadar açık bir şekilde duruyor olduğunu farketmiş. Yerde bir kaç tane hap varmış. Galiba kadıncağız intihar etmiş canım. Çok üzgünüm Ingrid, onu ne kadar çok sevdiğini biliyorum…” diye konuşmaya devam ediyordu. Bu sırada Ingrid öylece kala kaldı, her iki annesi de aynı günde ölmüştü. Telefon elinden kaydı. Dizlerinin bağı çözülen Ingrid, öylece yere yığılıverdi. Telefondan ses gelmemesi üzerine Ivon’un eve gitmeleri için aradığı polisler Ingrid’i oturma odasında baygın ve annesini ise yatağında ölmüş olarak buldular. Polislerin bir tedbir olarak önceden çağırdıkları ambulans görevlisi ise Ingrid’in annesinin büyük ihtimalle kalp krizi sonucu öldüğünü tahmin ettiğini polislere anlattı. Ingrid’in durumuna çok üzülen polis memuru Martin, Ingrid’i teselli etmek için, psikolojik destek verecek görevli gelene kadar, kendisinin orada kalabileceğini meslektaşına söyledi. Artık akşam olduğundan diğer polis memuru evine gitmek istiyordu çünkü.
“Merak etmeyin Bayan Van Den Berg” dedi polis memuru Martin ve devam etti; “ben burada yanınızda olacağım, sizi yalnız bırakmayacağım. Çok üzücü gerçekten. Galiba intihar eden bayanı da anneniz gibi seviyormuşsunuz. Hem gerçek annenizi, hem de onu aynı saatlerde kaybettiniz. Çok zor olmalı sizin açınızdan gerçekten. Ama merak etmeyin. Ben yanınızdayım.” Polis memuru Martin, Ingrid’in kendi yatalak annesine baktığı gibi, bir de bakımevinde yaşlılara bakıyor olmasına ve onlarla bir sevgi bağı kurmuş olmasına hayran kalmıştı. “Ne kadar iyi yürekli bir kadın! Bu zamanda hâlâ böyle insanların var olması bir mucize…” diye düşündü kendi kendine.

Ingrid polis memurunun yüzüne baktı, böyle ilgili bir erkek sesini duymayalı yıllar olduğunu düşündü ve düşünceliliği için kendisine teşekkür etti.

Ubeydullah Yıldırım
24 Mart 2013 – 17 Nisan 2013